12 Kasım 2017 Pazar

Yabancı Sınırı Tartışmaları



Psikopatolojide ‘yansıtma’ tabiri, paranoyla beraber anılan bir savunma mekanizması olarak yer buluyor kendine. Çoğu insanın sergilediği ve son derece doğal bir davranış olarak gözüken bu olay fark etmesek de çok ciddi ve kişilik bozukluğuna kadar götürecek türde bir rahatsızlık. Temeli, insanın kendisine söylemesi gereken şeyleri kendisi dışındaki herkese ve her şeye söylemesine dayanıyor. Yani sahip olduğu kusur ve yanlışları başka şeylere mâl edip, kendisini mâl ettiği kişi ya da değere yansıtıyor. Bilinçaltında bilmesi gereken şeyi bilmemenin yarattığı belirsizlik kişinin egosunu tetikliyor ve ortak problemimiz olan kendine toz kondurmama hastalığı meydana geliyor.
Şimdi, ben bunları neden söyledim, niye söyledim, niçin söyledim? Bu sefer geçmiş yazılar gibi “nasılsa okumayacaklar” rahatlığıyla sallamayacağım. Hatta içimde biriken o kadar çok şey var ki bizzat yüzlerine söylemek isterdim. Hedefim öncelikle Türkiye Futbol Federasyonu. Sonrasında yabancı sınırı tartışmalarını yatarak para kazanma fırsatı olarak gören futbolcular. Hedef almayacağım tek kişi ise Lucescu. O hem aldığı maaşın kuruşuna kadar hakkını veriyor hem de nefret söylemleriyle ayrıldığı ülkeden on numara intikam alıyor. Takdir ediyorum.

Türkiye Futbol Federasyonu, yukarıda belirttiğim yansıtma rahatsızlığının ülkedeki en güzel örneklerine sahip üyelerden kurulu bir topluluk. Türk spor tarihinin uzak ara en başarısız kulüp başkanı tarafından yönetiliyor. Öyle ki, neredeyse eksi 500 milyon yazıp 8 senede tamamı hoca sihirbazlığı olan bir şampiyonluk dışında hiçbir somut başarı getirmemekle kalmamış, Liverpool’undan Metalist’ine her türlü facianın altına imza atmış, çok ama çok nadir, yine koç çabalarıyla hedef potasına giren amatör branşlarda MAAŞLAR ÖDENMEDİĞİ İÇİN kupa alamamış, feda sezonunda bile ilk 3’e giren camiayı toplam 100 milyonun üzerinde harcadığı 3 sezonda Avrupa kupalarına dahi götürememiş, ayrılışının üzerinden 5 yıl geçmesine rağmen kulübe bıraktığı davalar halen bitmemiş hatta babası bile kendi şirketlerinden uzak dursun diye Beşiktaş’ın başına sarmış. Galatasaraylıların iki yılda yaka silktiği Dursun Özbek’ten, Fenerbahçelilerin yıllardır istifasını istediği Aziz Yıldırım’dan kat be kat kötü başkanlık yapmış ve ödül olarak TFF’nin başına getirilmiş bir adam. Başarısız, vasıfsız, çapı hiçbir üst spor kurumuna yetmeyecek son derece kalitesiz bir başkan.

Süreci hatırlayalım. 2012’den beri Türk futbolunda neler değişti? Seyircisiz maç cezası yerini kadın ve çocuklar girebilire bıraktı. Sonra bunun insan haklarına aykırı olduğu düşünüldü, seyircisiz cezası kaldırıldı. Kaldırılan ceza ile 8 takım aynı sezon içinde bir ya da birden fazla maçı seyircisiz oynamak durumunda kaldı. Passolig getirildi, bahane olarak bu seyircisiz cezalarını kaldırma ve kişiye ceza verme fikri sunuldu. O günden beri de 30’un üzerinde takım saha, tribün kapatma cezası aldı. İnsanlar bilet kuyruğunda beklemesin, satın alım işlemlerini kolayca halletsin dendi. Her derbide ya da Avrupa maçında Passolig bilet sistemi çöktü. O da ele yüze bulaştı. Beşiktaş başkanıyken 6 yabancı sınırı 6+1 olarak değiştirilince “Bari 7 olsaydı, artısı da neymiş?” açıklaması yapan Demirören, 5 Temmuz 2013’te 6+0+4 gibi saçma sapan bir kural açıkladı. 4 maçtan fazla yormayacağız deyip Galatasaray’ın sözleşmeli teknik direktörünü 5+2 yıllığına milli takımın başına getirdi. Başarılı dönem oldu, başarısız dönem oldu, hepsinin totalinde elde somut bir şey kalmadı. Prim skandalı patlak verdi, kimseye yaptırım uygulanmadı. Fatih Terim’in bireysel sorumluluğuyla Arda vb. oyuncuların milli takıma alınmaması kararı çıktı. Üzerine o 5+2 yıl sözleşme imzalanan hoca kovuldu, bir rivayete göre onun da tazminatı ödenmedi (:D). Sonrası, öncesinden birkaç sınıf iğrenç bir süreç. Mide bulandırıcı, bizzat ülkeyi küçük düşürücü ve 70 milyona hitap edebilen önemli birkaç insan el koymadığı sürece daha da çirkin hale bürünecek.



Bu kadar saçmalığın, bu kadar cinsliğin olduğu beş yıllık sürecin tek doğru kararı, yabancı sınırını genişletmekti. Bu sayede sırf Türk olduğu için 1 liralık futbolcuya 5 lira ödenmeyecek, hatta 1 lirayı kabul etmiyorsa kendisinden başka kimseyi eksiltmeyecek, gerçekten kaliteli bir futbolcu ise uyruğu ne olursa olsun formayı kapacaktı. Bu iki yılda başarılı yönetilen takımlarda da aynen bu şekilde oldu durum. Şampiyon Beşiktaş’ta Oğuzhan, Tolgay harika performans sergiledi. Cenk Türk futbol tarihinin en pahalı oyuncu satışı olabilecek düzeye geldi. Canerler, Gökhanlar Türk oldukları değil iyi oldukları için forma giydi. Başakşehir’de Emre’nin, Mahmut’un, geride bıraktığımız sezon Cengiz’in, kaleci Volkan’ın ismi tahtaya hep ilk yazıldı. İki yılda iki kupa kazanan, iki kez Avrupa Ligi’ne giden Konyaspor çok geniş bir Yugoslav futbolcu ağı bulunmasına rağmen Ömer Ali’yi, Selim’i, Ali Turan’ı, Ali Çamdalı’yı, Serkan Kırıntılı’yı düzenli olarak oynattı. Yıllardır ülke sınırları içinde yetişmiş futbolcuları Avrupa’nın önemli liglerine gönderemeyen Türk futbolu, Cengiz’i, Enes’i, Emre Çolak’ı, Çağlar’ı 5 büyük lige yolladı. Yusuf Yazıcılar, Abdülkadir Ömürler yetişti. Arkadan gelen Atalay, Ozan, Kerem Atakan, Berke gibi oyuncular için sınırdan dolayı etrafını çevreleyecek 3 büyük kurt değil dünyanın dev liglerinden gelen teklifler konuşuluyor. Bütün bunlar yaşanırken Emre Akbaba, Deniz Türüç, Musa Çağıran gibi oyuncular takımlarında sürekli ve başarıyla top koşturuyor.

Kısıtlı yabancı sınırının son olarak uygulandığı 2014-2015 sezonuna gidelim,  fazla yormamak için sadece 3 büyüklere bakalım. 20’nin üzerinde maça çıkan yerli futbolcuları inceleyelim. Fenerbahçe’de Bekir, Hasan Ali, Volkan, Mehmet Topal, Selçuk Şahin ve Alper 20 maçın üzerine çıkmış. Sayın Federasyon Başkanı, devlet büyükleri ve Mircea Lucescu’nun beyan ettiği “Türk futbolunun gelişimini” hangisi sağladı? Bekir ve Selçuk tepetaklak inişe geçti. Volkan, Mehmet Topal ve Hasan Ali’nin kontratlarından çıkıldığı gün çoğu Fenerbahçelinin bayramı olacak. Alper bu seviyede rotasyonda olması istenecek bir oyuncu sayılabilir fakat o da takımı sürükleyecek kalitede değil. Hiç hak etmemesine rağmen forma kapan Serdar Kesimal’den, Mehmet Topuz’dan bahsetmiyorum bile. Saydığım isimler dışında sadece Caner ve Gökhan 20 maçı aşmış. Ne tesadüf ki bu iki oyuncu hala düzenli oynuyor, yani yabancı sınırının genişlemesi kaliteli futbolcuların forma giyme şansını elinden almamış.

Aynı sezon Galatasaray’a bakalım. 20 maçın üzerine Hakan Balta, Semih Kaya, Sabri Sarıoğlu, Tarık Çamdal, Hamit Altıntop, Selçuk İnan, Yasin Öztekin, Olcan Adın, Yekta Kurtuluş, Emre Çolak, Umut Bulut ve Burak Yılmaz çıkmış. Zaman zaman forma şansı bulan Veysel Sarı, Sinan Bolat falan da var. İsimleri okurken ruhunuzun daraldığının farkındayım. Bu oyuncuların % 90’ı, satıldığı ya da sözleşmesi feshedildiği gün Galatasaray taraftarını sevinçten sokağa döken oyuncular. Hamit, Selçuk ve Hakan Balta o düzeyi kaldırabilecek fakat fiziken ve bir miktar mental açıdan bitmiş oyuncular. Üstelik sürekli konuşulan Selçuk-Burak çeteleşmesinin perde arkasında da yerli-yabancı ayrımına dokunuluyor. Tüm bunlara rağmen Olcan, Umut ve Sabri oynayabilecekleri ideal seviyelerine düşünce parlamayı başarmış. Burak, zirve istatistiklerini yaptığı Trabzonspor’da hem iyi maaş alıyor hem futbolunu oynuyor. Emre Çolak eminim ki Deportivo’ya giderek hayatının en doğru kararını verdiğini düşünüyor. Yani, uygun seviyede olmak kaydıyla burada da oynayabilecek hiçbir oyuncuyu yabancı sınırı bozmamış.

Gelelim Beşiktaş’a. 2014-2015 sezonunda Beşiktaş’ta 20 maçın üzerine çıkanlar kadar 1-2 maçla yaklaşan da çok yerli var. Yakın oldukları için onları da dahil edelim. Tolga Zengin (:D), Cenk Gönen (:D), İsmail Köybaşı (:D), Serdar Kurtuluş, Ersan Gülüm, Atınç Nukan, Gökhan Töre, Veli Kavlak, Olcay Şahan, Oğuzhan Özyakup, Tolgay Arslan, Necip Uysal, Kerim Frei, Mustafa Pektemek, Cenk Tosun. Teker teker inceleyelim. Veli sakatlandı, kendisinden haber alınamıyor. Gökhan Töre’nin de sakatlık belası başına vurdu ama kendini bitirmek için elinden geleni yapıyor. Tolga Zengin, Cenk Gönen ve İsmail Köybaşı’nın Beşiktaş’ta düzenli oynayışının ne Beşiktaş’a ne de Türk futbolunun gelişimiyle hassas terazi ölçeğiyle iki gram katkısının olmadığı ortada. Serdar’ın kalitesi çok düşük. Mustafa deseniz, demeyelim bile. Yabancı sınırı, yerli zorunluluğu bu vasat oyuncuları oynatma mecburiyeti getirmekle kalmadığı gibi hiçbirinin milli takıma faydası yok. Diğer oyuncular kimler? Yerine pasaporta bakmadan oyuncu alınabileceği için Avrupa’nın en büyük proje takımı Leipzig’e satılabilmiş Atınç, Burak Yılmaz’ın sevgili arkadaşları için çok endişelendiği maaşın kralını Çin’den kazanmış Ersan, ülkenin en önemli takımlarında düzenli olarak forma giyen Necip, Oğuzhan, Tolgay, Olcay, Kerim Frei ve Cenk Tosun. Yabancı sınırının olmayışı yerli oyunculara oynama imkanı vermiyor (!) ama bu oyuncular sürekli forma giyiyor. Üstelik 3 tanesini şu an satsan 40 milyonun üzerinde para kazanma şansın olabilir.



İyi ve kötü yönetilişleri kıyaslayarak transferlere de bakalım. Galatasaray, çok sayıdaki kaliteli yabancı futbolcusunu aynı anda kullanamadığı için üçe beşe bakmadan vasat futbolculara servet ödüyor. Salih Dursun 3 milyon, Umut Bulut 2.5 milyon, Veysel Sarı 700 bin, Tarık Çamdal 4 milyon 750 bin, Olcan Adın 4 milyon, Yasin Öztekin 2.5 milyon. Genç oyuncudur, yatırım kabul edilebilir diyerek Koray Günter’i, Umut Gündoğan’ı hatta Adili Endoğan’ı dahil etmiyorum bile. Özellikle bu oyuncuları seçiyorum çünkü bu oyuncuların transfer ediliş sebeplerinin altında tamamen yabancı sınırı yatıyor. Ülkeye kaçı katkı verdi? Belki 14-15 sezonu şampiyonluğu üzerinden Yasin (ki şu an her şeyiyle istenmeyen bir adam). Ne kadar götürüsü oldu? 17.5 milyon. Milli takımımıza büyük katkısı olacak bir para. Koy 17.5 milyonu orta sahaya, belki İzlanda’dan 3 yerine 2 yeriz.

Fenerbahçe’ye bakalım. Muadili olan yabancılar ülkeye bonservissiz gelebilecekken yerli ihtiyacı ve Galatasaray’a kaptırmama telaşıyla 7.5 milyon verilen Alper, muadilini üstüne para kazanarak bulabilecekken 3 milyon 750 bin maliyeti olan Hasan Ali, muadilini önüne servet dizerek dahi bulamayacakları ve 4 milyon 750 bin tutan Kesimal, 3.5 milyonluk Orhan Şam, 2 milyon 750 binlik Sezer Öztürk, arada bir yerde de zor günler geçiren Ankaragücü’nden gelen Özgür Çek. Özellikle Ersun Yanal döneminde parladığı için günümüzün istenmeyen adamı Mehmet Topal’ı dahil etmiyorum fakat sözleşme imzalarken ve yenilerken şişen maaşının arkasında yine sınır var. Bu oyuncuların toplam bonservisi 22 milyon 250 bin euro. Türk futboluna getirisi? Twitter jargonuyla koca bir lol. 22 milyonu da forvete koysak, İzlanda maçı 2-1 oldu bile.

Beşiktaş’a bakalım. Şuursuz feda sezonunu saymıyorum, hedefi olan yıllara bakıyorum. Trabzonspor CV’si başarılı olduğu için Tolga’yı, alındığı dönem potansiyeli var kabul edildiği için Cenk Gönen’i falan da saymıyorum. 1 milyon 750 binlik Serdar, 1 milyon 650 binlik Ömer, 1.5 milyonluk Sezer, 4 milyonluk Mustafa Pektemek, 1 milyonluk Tanju, 650 binlik Burak Kaplan, 400 binlik Mehmet Akyüz, sırf yerli yedek olsun diye 750 binlik kariyeri bitmiş Fatih Tekke. Geçmiş dönemlerde 6.5 milyonluk İsmail, 4.5 milyon bonservis + 3.5 milyonun üzerinde maaş verilen bitik Nihat falan da var. Doğru ve akıllı yönetim biçimiyle 1.5 milyona Adriano, bonservis bedeli olmadan Pepe, 1000 euro goygoyuyla bir sezonluk da olsa Mario Gomez ve Sezer Öztürk’le aynı bedele sahip Sosa’yı getirebilen camiaya bu yerli futbolcular ne kattı? Cumhurbaşkanımızın, spor bakanımızın, federasyon başkanımızın savunduğu şekliyle Türk futbolu tam olarak hangi yönde ilerledi? Sokağa atılmış 23 milyon bulduk sadece. Koy onu da savunmaya, ancak berabere kalabildik İzlanda’yla.



Sınır geldiği gün olacakları tahmin edelim. Takımlarında fazla forma şansı bulamayan Cengiz ve Enes, üst düzey liglerde forma şansı bulabilecekleri başka takımlara gitmek yerine 8-10 milyonlara Türkiye’ye gelecek. İsmi büyük, kendisi her yönden gerilemiş bir yabancının arkasında bekleyecek. Oynadıkları zaman da Allah muhafaza kötü bir teknik direktörün, kötü bir sistemin içine düşerlerse muhtemelen kariyerleri bitecek. Yusuf ve Abdülkadir için İstanbul’dan çift haneli bonservisler önerilecek. Trabzonspor tutmak için ya 3-3.5 milyon maaşlar bağlayacak, ya futbolculardan büyük direnç göstermelerini bekleyecek ya da oyuncuları kaptırma tehlikesiyle baş başa kalacak, çünkü rakamlar akıl çelecek. Sonuç olarak iki futbolcunun gelişimi mucizelere bakacak ve dünya çapında iki orta sahaya sahip olma fırsatını tepeceğiz.

Bu ülkenin futbolunu kurtaracak şey yabancı sınırı getirmek değil. Aksine, yüzlerce yanlışın bulunduğu bu sporumuzda doğru giden tek şey belki de bu. İlla oyuncu yetişmesini istiyorsanız, grubu sonuncu bitirmesi için rekor prim ödediğiniz milli takımın “ağabey çetesi”nden primlerini alıp belirli standartlarda ve belirli yaş altında yerli futbolcu oynatan takımlara ikramiye olarak verebilirsiniz. Kendinize rakip gördüğünüz ülkelerin 30 yıl önce inşa ettiği statlarla gurur duymak yerine altyapı futbolcularının haftada 55 program yapılan zeminlerde heba olmaması için kaliteli tesisler inşa edebilirsiniz. Bu işi ülkede düzenli ve kaliteli şekilde götüren tek kulüp olan Altınordu’dan esinlenerek altyapı hocalarını geliştirebilir, gelişmişlerini getirebilir ve Avrupa’dan oyuncu yetiştiriciliği için metotlar öğrenebilirsiniz. İlle de ceza vermek istiyorsanız, bir kişinin attığı çakmak yüzünden tribün kapatma huyunuzdan vazgeçip o mahrum bıraktığınız maç günü gelirlerini altyapı oyuncusu oynatmayan, belirli dakika süre vermeyen kulüplere ceza olarak geri çevirebilirsiniz. Nasılsa turnuvaya gidemeyiz, propagandamızı yaptıralım diye 2004 yılında ülkeye Çavuşesku Romanya’sı benzetmesi yapan adama 3 milyon euro bağlamak yerine hali hazırda parlamış genç oyuncularla mevcut kadroyu harmanlayarak hedef takım haline getirebilecek bir teknik direktör getirebilir, Dünya Kupası hayallerini satmayabilirsiniz. Çözüm önerisi gerekiyorsa sadece on dakika düşünerek yabancı sınırından kat be kat efektif çok şey yazmayı başardım. Benden çok daha kaliteli ve bilgili beyinlerden neler çıkar, kim bilir. 

Giriş paragrafında yansıtma demiştim hani. Federasyon, kendi zaaflarını kabul etmek yerine bunları zaten kendilerinin getirdiği sisteme yıkıyor ve Türk futbolunu deneme-yanılma yöntemiyle çukura sürüklüyor. Benim kısıtlı beynimin size göre kötü giden sistemi için bir tavsiyesi daha var. Başarısız inşaatçı zihniyetine sahip sizler gidin, ülke federasyonlarının ve kulüplerin başına ekonomik ve sportif alanda bilgi sahibi, idealist kişiler gelsin ve yenilerini yetiştirsin. 50 yılda şaha kalkamayan Türk futbolu 10 yıl içinde alt ve üst yaş kategorilerinde madalya seviyesine gelmezse bu ülkede karın doyurma hakkımdan feragat edebilirim.


Bir kişi, iki kişi demeden yabancı sınırının karşısında durmak bizim için görev haline gelmeli. Kaç zihne bunun olumsuzluklarını yerleştirirsek o düzeyde kâr edeceğiz. Yabancı sınırını istemiyoruz, yabancı sınırını istemeyeceğiz ve gelse de gelmesi konuşulsa da sonuna kadar karşı duracağız.

24 Ekim 2017 Salı

Yokuş Aşağı



Domino taşlarının vazifesi insanlara görsel şölen verebilmek ve işlevi de bu görsel şöleni yerine getirebilecek şekilde koordine edilebilmektir. Hemen hemen her yıl domino taşlarıyla yeni dünya rekorları kırılmaya çalışılır. Denk gelmişsinizdir 125 bin domino taşı küçük bir topun uygun zeminde hareketi ve doğru dizayn edilmiş parçalarla birlikte muhteşem bir göz ziyafeti sunabilir. Burada kilit nokta, her parçanın santimetre hesabıyla dahi doğru yere yerleştirilmesi ve topun güvenli biçimde uygun rotadan gitmesidir. Tek bir parçayı yerinden alır ya da oynatırsanız bütün düzen bozulur. Ortada düzen kalmayınca da iyi senaryoda size zevk veren taşlar zihninizde işe yaramaz ve kusurlu parçalar olarak yer bulur.

21. yüzyılın futbolu, bu çağın gerekliliklerini yerine getiren her menajerin teyit edeceği şekliyle geometrik bir oyun. Keza basketbol, voleybol ve dinamiklerine hakim olamadığımız birçok spor dalı da böyle. Özellikle topla yapılan sporlar stratejik anlamda öyle bir boyut kazandı ki, oyunun topsuz kısmı topun olduğu bölüme ciddi oranda ağır basıyor. Atılan bir golün sırrı final vuruşuna gelene kadar gerçekleşen hareketler bütününde aranıyor. 15 yıl önce günün birinde Guardiola gibi, Sarri gibi ruh hastalarının oyunu değiştirebileceğini idrak edemeyen dönemin başarılı teknik direktörleri şu an itibarından çok şey kaybetmiş gözükebilir. Çağa ayak uyduranlar ise efsane olarak anılır. Çünkü futbol artık hiç olmadığı kadar bütünlük ve hareket gerektiren, hiç olmadığı kadar strateji odaklı oynanan ve sadece başarı için değil başarı ihtimali için de takım olmanın zorunlu kılındığı bir oyun.

Bu bir Beşiktaş yazısı olacak ve yazının buradan sonrasına katırlarla devam edeceğiz. Okuduğu paragraflara vereceği tek cevap OĞUZHAN DA BÖYLE MAÇLARDA HAYALET YAUVVV olan insana da saygı duyarım ama farklı dünyaların insanıyız demektir. O sebeple içeriğe keskin viraj atmadan önce rica ediyorum, kimse kimsenin kalbini kırmasın.



2015-2016 sezonu benim için müthiş bir rüyaydı. Özellikle bek pozisyonundaki oyuncu kalitesinin artışını oyun kalitesinin artışı sananların aksine 16-17 sezonundan iki, 17-18 sezonundan belki 7-8 kat daha iyi top teptiğimiz, oynanan futbolun her saniyesinde hoca faktörünü hissettiğimiz muazzam bir sezondu. Çok ama çok kötü kaleci rotasyonu, belki kaleciden facia bek-stoper hatlarına rağmen son haftasına kadar ezici futbol oynamamızın ve kazanılan şampiyonluğun içinde Şenol Güneş etkisi büyük. Öyle ki, Bilic’in temposu kısıtlı ve özellikle son döneminde giderek önlem alınabilir hale gelen vasat yerleşik hücumuna kazandırılacak muazzam ivmeyi daha ilk haftada, Mersin’de hissetmiştik. Takımın savunma kurgusu üst düzey değildi. Savunma bloğunun bireysel kalitesi zaten Anadolu seviyesinde. Buna rağmen Gomez, Olcay, Sosa, Atiba gibi oyuncuların tek pas oyunu ve başarılı hücum prese yatkınlığını muazzam kullanan Şenol Güneş ortaya çok keyif veren bir ürün çıkarttı. Beşiktaş istisnasız her rakibe karşı oyunu enlemesine daraltarak istediği pas bağlantılarını kurabiliyor, özellikle üstünlüğü eline aldığı dakika sonrasında bulduğu alanların etkisiyle pozisyon zenginliği yaşıyor ve sürekli üstünde durduğum savunma zafiyetini de lig seviyesinde müthiş hücum preslerle kapatıyordu. Quaresma, Gökhan Töre, Kerim Frei gibi bireysel yetenekler skoru bulamadığımız maçlarda oyunu esneterek bize yeni bir opsiyon açıyordu (bkz: Olimpiyat’taki derbiler, Başakşehir, Sivas deplasmanları vb.). Oyuncuların kalitesi ve başta Gomez ve Sosa olmak üzere ortaya koydukları lider karakteri de eklenince 7 sezonluk hasret uzun yıllar unutulmayacak bir şampiyonlukla noktalandı. Tüm iyilerin bir araya gelmesiyle.

16-17 sezonu, elde tutulamayan oyuncular ve kilit parçaların çok geç tarihte takıma katılmasıyla teknik heyet özelinde masum başlandı denebilir. Haftalar boyunca net bir oyun kimliği oturtamamış, Vodafone Park’taki ilk derbisine Atiba-İnler-Oğuzhan tandemiyle çıkıp oynaması gereken bölgenin 15 metre gerisinde kalmış Beşiktaş önceki sezona göre savunmadan çıkışları daha kaliteli ayaklarla yapıp hücumu özellikle sağ kenara yıkarak bireysel kalitenin daha ön planda kalacağı, skor güvenliğinin çoğu maçta esas alınacağı ve sezonun ikinci yarısında çok başarılı şekilde uygulanacağı bir ortamda üst üste ikinci şampiyonluğunu aldı. Yine de mevcut kadro ve teknik heyet performansı önceki sezonun futbolunu arattı. Öyle ki, (itiraf etmeliyim) benim karşı olduğum ve yetenek haznesi kadrodaki birçok oyuncuya göre gerde olan Ryan Babel hamlesi dahi tahmin edilenin kat kat üstünde olumlu etki yarattı. Çünkü Babel’in oyun tarzının bir getirisi olarak sahada “doğru”yu araması Beşiktaş’ın ön dörtlüsünün çok ihtiyaç duyduğu bir şeydi. İşte hepimizin ezbere sayacağı ceza sahası koşusu, top kontrolü ciddi anlamda kötü olsa da pas oyununa yatkınlığı ve Gomez’e oranla tabelası düşük kalan Aboubakar’a Talisca’yla birlikte verdiği destek falan filan.

Bu yaz, Jose Sosa’nın alınmayışı dışında transfer döneminden kendi adıma çok memnun kaldım. Zaten Pepe’yi tartışacak bir ortam yok ki Allah başımızdan eksik etmesin kendilerini. Bunun yanı sıra, şu günlerde takıma kattıkları ya da kat(a)madıkları ile çok eleştirilen Negredo, Lens ve Medel transferleri ve beni fazlasıyla sevindirmişti. 16-17 sezonunun Gökhan İnler ve Kerim Frei gibi oyunculardan katkı alınamamasıyla birlikte rotasyonu ve oyun opsiyonu çok kısıtlı takımına çeşitlilik katabilecek parçalar geldi. Göbekte sezonun belirli bölümlerinde yaşadığımız sertlik sorunu, tam da o anlarda Medel’e başvurarak çözülebilirdi. Talisca’nın Sosa’nın aksine dar alanda oynamayı becerememesi, hiçbir pas bağlantısına dahil olamaması ve pres kavramından bihaber olması sebebiyle üstümüze gelen rakibin bıraktığı alanları merkezden giderek kullanamıyorduk. Bu konuda elimizden gelen Quaresma’nın diri olması için dua etmek oluyordu. Lens de tam olarak bu noktada senin için müthiş bir opsiyon olabilirdi. Üstelik kalitesi bir sezonluk Fenerbahçe performansıyla kanıtlanmış ve Akhisar ile Manchester United’ı ayırmadan her rakip karşısında bunu sergilemiş. Alvaro Negredo bana göre Aboubakar’dan daha faydalı olacak bir oyuncu tipi değil fakat hocanın istediği oyuncu tipi. Sırtı dönük oyuna Cenk ve Abou’dan daha yatkın, top dağıtımında zaten meziyetli (ki ilk 11 çıktığı ilk maçta, Karabük’te şiir yazdı). Geçen sezon oynayamayan Caner’in, yarısında sakat olan Talisca’nın iyi senaryoda tam sezon katkı verecek olmasıyla Beşiktaş’ın oyun kalitesi ya da oyun opsiyonları çok geliştirilebilirdi. Olmamasının eksikliğini yaşıyoruz.



Anderson Talisca ve Cenk Tosun, skor katkısından bağımsız olarak oyun içinde iyi etkinlik gösterdiği neredeyse her maçta geniş alan bulmuş oyuncular. Bu tesadüf değil. İkisi de teması ve kalabalık savunma kucağında gezmeyi sevmeyen, topu alış ve istikamete dönüş süresi bulduktan sonra olumlu kullanabilen oyuncular. Bu sayede kendilerini maça dahil ettiklerinde de mutlaka tabelayı değiştiriyorlar. Cenk’in Dragao’da muazzam oynayıp Ankara’da pozisyona girememesi, Monaco’da başına taç takıp Başakşehir’e karşı eleştirilmesi en genel pencereden baktığımızda bu yüzden. Ne Cenk kalabalık savunma arasında kaybolduğunda Adebayor gibi orta saha moduna geçebilir ne de Talisca göbekle forvet arasındaki 5 metrelik alanı kullanıp Sosa gibi dağıtım yapabilir. Gol silahları yüksek fakat doğru analiz eden ve başarılı savunma yapan takımlar tarafından durdurulma olasılığı yüksek oyuncular. Cenk gün be gün kendini geliştirdiği için aylar, yıllar içinde bu paragrafı haksız çıkarabilir.

Hücumun merkezinde bu profilde iki oyuncu varken ve bir şekilde tutuluyorken, ister istemez kenarlara mahkum kalıyorsun. Avrupa maçlarında oyunu daha geride kabul edip fakat takım boyunu ciddi şekilde daraltıp çok başarılı savunma örnekleri sergiledik. Caner ligde yediği çalımları, yaptığı kademe hatalarını yine yaptı ama iki saniye geçmeden açığı kapatıldı, çünkü alan paylaşımı çok iyiydi. Rakipler de açık oynamayı seven ve risk alan takımlar olunca tam olarak istediğimiz ortam oluştu. Cenk Glik’i sırtında gezdireeği, Talisca maç içinde 2-3 kez topu çekip sağa net pas vereceği ve içeri koşu yapabileceği pozisyonları buldu. Quaresma’nın zaten gözü kapalı kestiği ortalar, bu iki oyuncunun iyi performansı ve bu sezon performansında istikrar yakalayan Babel’i ekleyince skor bulmak güç olmadı. Bu alan, hareket, takım oyunu kavramlarına neden bu kadar değindiğimi küçük bir örnekle açıklayayım. Tosic’in Dragao’da kendi kalesine attığı topu kenara koyarsak Şampiyonlar Ligi’nde rakip tarafından ağlarımıza yollanmış tek top var. O da 7-8 kişiyi dahil ettikleri yerleşik hücumlarda değil 2 kişinin sürüklediği geçiş oyununda oldu. Çünkü hareket bölgesini daraltamadık ve dolayısıyla kademe hataları yaptık. Sonucu da gol getirdi.

Ligde 9 hafta geride kaldı ve paragraflarca üzerinde durduğum topsuz oyun başarısı sergilenen toplam 90 dakika yok. Konya maçının bir kısmı, Kasımpaşa maçının bir kısmı ve biraz da Fenerbahçe maçı belki. Pepe ile Cenk arasında, Quaresma ile Lens arasında olması gerekenin 1.5 katı mesafe olan bir Beşiktaş izledik dün akşam da. İlk yarının bir kısmında, ikinci yarının neredeyse tamamında savunmadan rahat çıkan Başakşehir’e karşı iyi gözüken ama özünde çok başarısız, kopuk bir pres uyguladık. Cenk ve Talisca stoperlere giderken Lens, Visca’ya doğru koşuyor. Quaresma oyun terste oynandığında yaklaşmıyor ve aradaki boşluğa hiçbir orta saha oyuncusu girmiyor. Topu rahatlıkla Mahmut, Emre ve göbeğe gelen Adebayor’a verdikleri gibi atak da şekillendirebiliyorlar. Ek olarak ikinci yarıda ilk yarının aksine savunma-orta saha arası mesafe de çok açıldığı için bol bol ara pas ve vuruş imkanı veriyoruz. 3-4 kötü tercihin yanında Visca’nın köşeye etkili vuruşu, Adebayor’un tercih hatası yaptığı pozisyon, Emre’nin Fabri’nin kucağında kalan topu, Mossoro’nun iki kez son savunmacıdan dönen girişimi derken en sonunda Caiçara’yı kaçırıp Kerim’e çok rahat bir vuruş imkanı vererek dakikalarca hak ettiğimiz golü yedik. Üstelik Başakşehir gibi sahayı müthiş kullanan bir takıma karşı çok kötü yayıldığımız için rakibi neredeyse hiç eksik yakalayamadık ve çizgiye taşıdığımız her pozisyonu 1’e 2, 1’e 3 oynamak durumunda kaldık. Seken topların büyük çoğunluğunu rakibe verdik. Üstelik tüm bunlar düne özel sorunlar değildi. Başakşehir’in aksine ligin en kötü takımı görüntüsü veren Gençlerbirliği’ne karşı da, haftalardır geçiş oyunlarında helva olan Trabzonspor’a karşı da aynı zafiyetleri gösterdik. Porto hazırlığıyla Trabzonspor hazırlığı arasında fark olduğunu, birincil ve maalesef ki tek opsiyonumuzun Monaco’da neden işleyip dün akşam hangi sebeplerle işlemediğini dikkatli izleyen her izleyici saptamıştır. Bütün bu olumsuz tablo teknik heyete, özelleştirirsek üzülerek ve çok sevmeme rağmen doğrudan Şenol Güneş’e yazıyor.



Caner kötü mü? Kötü. Oğuzhan kötü mü? Kötü. Negredo kötü mü? Kötü. Lens kötü mü? Kötü. Talisca kötü mü? Kötü. Peki bu oyuncuları bir arada tutacak, hücum kısmında etkin kullanacak kaç stratejimiz var? 0’dan 1. İlk paragrafta kafanızı domino taşları diye nasıl şişirdiğimi hatırlayın, aynı hesap. Üstelik yeni transfer edilen oyuncular (Pepe hariç) rotasyona sokulamadı ya da çok kötü girişimler yapıldı. 3.hafta tribün desteğinin arkaya alındığı, yıllardır kazandığımız ve yine muhtemel favori olarak çıktığımız Bursaspor maçı önemli şanstı. Porto dönüşü Konya da öyle. Trabzonspor maçında takım halinde kötü olmamıza rağmen etkinlik gösteren Negredo’yu oyunda tutmak onu kazandırabilirdi, zira sadece bir hafta önce aynı oyuncu bizi Kadıköy’de ayakta tuttu. Oğuzhan’ın göbekte topu ayağına aldıktan sonra 0 beyaz 6 kırmızı formalı gördüğü Ankara deplasmanının rezalet 45 dakikasının sorumlusu da yeni transferler değil, sahanın hiçbir bölgesine hakim olamayışımıza sebebiyet veren “olmayan” oyun planıydı. Bunu ikinci hafta inkar etmek, yedinci hafta eleştirmek yerine eleştiriyi susturmak bugün yakaladığımız bir fırsatı daha tepmekten başka hiçbir şey getirmedi. Biraz buruk şekilde söylüyorum ki Tosic’in attığı gole rağmen Beşiktaş, dün akşamın tartışmasız mağlubuydu.

Şenol Güneş, özellikle geçen yıl kriz haftalarını çok başarılı yönettiği için hala yüreğimizin bir noktasında ona güven duyuyoruz ki bu da çok normal. Bununla beraber, hiçbir gelişim sağlanamayan oyun planı ve rotasyonun kötü kullanımı devam ettikçe üst üste 3. kez şampiyon olma şansı elden kaçacak, garanti Şampiyonlar Ligi gelirinden olacağımız için kendimizi hala iyileşme göstermeyen finansal zorluklarla tekrar karşı karşıya gelme riski içinde bulacağız. Tüm bu sebeplerden dolayı Beşiktaş için ülkedeki tartışmasız tek güç olana kadar şampiyon olmak, şampiyon olmak için de Şenol Güneş ve ekibinin oyuna daha fazla kafa yorarak ne kalitede olduklarını hatırlamaları şart. Yolun sonunda keşkelerle baş başa kalmak istemiyorsak eğer.

Fazla uzun tuttuğumun farkındayım ama konu Beşiktaş. İçimden geçen, aklımı dolduran her şeyi dökmeden rahat edemiyorum. Okuyan herkesten gözlerini yorduğum için af diliyor ama keyif almış olmalarını umuyorum. Sezon sonunda bu paylaşıma bakıp kahkahalar atarak şampiyonluk kutlamayı çok istiyorum.  Beraberce bunu yaşayabilmek dileğiyle.


10 Temmuz 2017 Pazartesi

Nicolo Melli - Fenerbahçe Birlikteliği



Selam arkadaşlar. Pepe transferiyle basketbol konseptinin dışına çıktığım bu platformda, Melli ile beraber yavaştan Beşiktaş dışı içeriklere de alıştırmak istiyorum sizleri. Daha önce de belirttiğim gibi, gün-içerik kısıtlamam ya da zorunluluğum olmadığı için bu blog bana keyif veriyor. Hem yazma alışkanlığımı kaybetmemek hem de keyif aldığım bu olayı % 100’üyle hobiye dökmek için büyük fırsat sunuyor. Geride kalan dört içerikte yaydığım muazzam ve cazibesine doyum olmayan tiner kokusuna biraz ara verelim ve Nicolo Melli konuşalım. Tabi ki biyografi girişi yapmayalım ve dolayısıyla kimseyi sıkmayalım.

Fenerbahçe’nin kadro ve oyun yapısıyla başlamak istiyorum. 13-14 sezonunu kenara koyarsak Zoc’un ekibi, geride bıraktığımız ve Euroleague şampiyonluğuyla noktalanan sezonda muhtemelen son yılların tatminkarlıktan en uzak normal sezon performansını sergiledi. Sezon içinde yaşanan dalgalanmaların elbette birden fazla sebebi var lakin su altı gözlüğüyle bakarak bu dalgalanmayı olumlu ve olumsuz yönleriyle iki döneme ayırabiliriz. Bogdanovic’in sağlıklı olduğu dönem ve Bogdanovic’in sakat olduğu dönem.

Yazıya direkt Bogdanovic bağlantısıyla giriyorum çünkü son günlerde Fenerbahçeli basketbolseverlerin kafasını en çok kurcalayan konu Sırp oyuncunun yokluğunun nasıl doldurulacağı ya da bu eksikliğin neleri götüreceği idi. Esasen geçen sezon biz bunun fragmanını yaşadık. Ne yaptı geçen sene Fenerbahçe? Verimli oynayabiliyor olsa da Efes’le taban tabana zıt şekilde açık saha merkezli değil yarı saha merkezli bir oyun oynadı. Pozisyon sayısını arttırmak yerine kısmayı tercih ederek verim oranını yükseltti. Pas dolaşımını esas aldı, saha yerleşimini yine kusursuz yaptı ve 2006’da başlayıp OAKA’da biten Allah-Fenerbahçe gerginliğine noktayı koyan o yerleşimin eksik iki parçasını; pasör uzun ve atıcı forvet rollerindeki istikrarı buldu. Kendi kendinize “ne geveliyor bu” demeden izah edeyim. Sarı lacivertlilerin –hele ki Datome’den minimum verim alıyorken- Sloukas’la yaşadığı tempo ve paylaşım problemini ortadan kaldırmak için çembere yakın aldığı topları dağıtacak bir uzuna, Datome yerine de alternatif bir bitiriciye ihtiyacı vardı. O uzun, var olan kabiliyetin % 30’luk payı ve Obradovic’in Sihirli Annem Dudu performansının % 70’lik etkisiyle Ekpe Udoh oldu. Yerleşik oyunu kusursuz oynamak isteyen ve Vesely dahil olmak üzere herkese setin gerektirdiği pasları attırabilen Fenerbahçe, şapkadan fili Udoh’un bu ‘post playmakerlığı’ ile çıkardı. Kalinic kardeşim de sağ olsun bir buçuk yıl önce yaptığım bol övülmemeli yazının hakkını 2017 Nisan’da vermeye karar verince Fenerbahçe aktı da aktı. Tüm bunlar kabul, lakin düzen ne kadar kusursuz işlenirse işlensin verimin yarı yarıya düşmemesini sağlayan şey Bogdanovic’in varlığıydı.

Bogdanovic’in sakatlık dönemini ya da şampiyon kadrodan bir anda çekip çıkarıldığını düşünün. Muhtemel senaryoda sahaya Bobby-Sloukas-Kalinic-Vesely-Udoh beşi çıkacak. İstisnai hücumlar dışında Sloukas oyunu yavaşlatacak, yavaşlatmasa dahi kendisine ‘buyur hünkarım’ koridoru verecek rakip ya da yaldur yuldur koşan bir Vesely görmediği takdirde şut üzerinden skoruna gidecek, büyük ihtimalle sahada var olduğu dakikaların önemli fakat alışılmışın zıttında oynayan aktörü olacaktı. Bobby deseniz, her türlü şutu atabilecek ve vites değiştirebilecek bir oyuncu olduğunu biliyoruz ancak hem size problemi hem de oyun yapısı itibariyle perde sonrası 2’ye 1’leri oynayacak bir guard değil. Kalinic’in herhangi bir üretme kabiliyeti yok. Bu durumda ya Vesely-Bjelica takasına gidecek ya da Datome’ye acilen tarifsiz bir kuvvet ve ribaund becerisi ekleyip pota altına monte edeceksiniz. Bu imkana sahip olmayınca Bogdan’ın sakat olduğu dönemde durmadan eleştirdiğiniz, oyunu sizi tatmin etmeyen ve sürpriz mağlubiyetler alan takım kalıyor elinizde. Ülker Arena’da son 4 dakikanın tek basketle falan geçildiği maçlar sıklıkla yaşandı. Mevcut beş üretemiyor, üretse bile bir noktadan sonra tıkanıyordu. Çünkü Bogdan’ın kattığı şeyler bir değil iki değil. Ceza şutu, hareketli şut, P&R oynama becerisi, perde sonrası 2’ye 1’lerde hem skor hem asist kabiliyeti, güçlü drive, zayıf kanada net pas, pozisyonuna göre size avantajı ve istikrar. Bu kadar komple bir kısanız, kafanızda tasarlayıp hayata geçirdiğiniz kusursuz sisteme cuk diye oturuyorsa çember altında şut tehdidi olmayan iki kaleciyle oynayabiliyorsunuz. Hatta bir tanesi öyle iyi bir savunmacı ki en büyük avantajlarınızdan olan alan savunmasını kullanmaya ihtiyaç dahi duymuyorsunuz, zira adam değişiminde kıtada savunamadığı kısa yok. İşte o iki uzunun sahada var olmasını sağlayan olayın bir numaralı sebebi Bogdan, iki numaralı sebebi Kalinic-Datome hattından en az bir istikrarlı atıcı çıkarabilmek.

Şimdi Bogdan yok. E koskoca Avrupa sınırları içerisinde Bogdan’ın muadili de yok. NBA her kafam saman dolu değil diyene bir tomar dolar çantasıyla gittiği için Guduric falan bakıyorsun adaylar arasında. Belki Wanamaker düşebilir -ki garantisi yok-, düşse de ondan verim almak için ya onun takımı gibi oynayacak ya da evrim geçirtmek zorunda kalacaksın (bkz: Never bet against Obradovic). Bu şartlarda bir alternatif üretmek zorundasın. Yapacağı kısa seçimi hala çok kritik fakat kendisine muazzam bir alternatif üretti Fenerbahçe, oyununun çok yönlü kalması adına.

Nicolo Melli, Jan Vesely kadar olmasa da atlet, Ekpe Udoh kadar olmasa da dirençli bir savunmacı. Vatandaşı Datome’nin 4 numaradan aldığı dakikalarda yaşatacağı zaafları insanın gözüne soka soka yaşatacak bir oyuncu değil. Bununla beraber tertemiz ribaundçu. O ribaundlar için 2-3-4-5’i Bogdan-Kalinic-Vesely-Udoh yapan ve oturup bundan mükemmellik çıkartmayı başaran deli bir koçla çalışacağını göz önüne alırsak bu ribaundçu kimliği takımdaki rolünü de doğrudan yukarı çıkaracak. Tüm bunlar iyi, hoş, güzel; lakin Fenerbahçe’nin sahip olduğundan farklı şeyler değil. Melli’nin Fenerbahçe’ye katacağı çeşitlilik hücum meziyetlerinin içinde gizli.

Melli, tüm özelliklerinin öncesinde çok iyi bir pasör. Alçak-yüksek posttan, P&P oyunlarında tepede aldığı toplardan, çektiği savunma ribaundu sonrası rakip alana taşıdığı hücumlardan temiz paslar çıkarabiliyor. Hürol Yöney’in bir tweeti vardı. Kelimesi kelimesine doğru olmayabilir fakat bir 4 numaranın top hakimiyeti yüksek olsa dahi iyi pasör olmaması halinde yarı sahaya geçtiğinde topu guardına bırakması gerektiğini anlatıyordu. % 90 oranında bunu uygulayan fakat yön vermesi gerektiğinde bocalamayan bir oyuncu Melli. Arada kaynamasın ribaund sonrası güvenle rakip alana taşıyacak ve rakip savunma dengesizliklerini kullanacak top hakimiyeti var. Al Horford’un yüksek postta aldığı topu potaya dönerek alley-oop pasıyla kullanması türevi bir set Avrupa’da oynandı mı, oynanabilir mi gelişmiş fikrim yok fakat o kadar eksantrik olmasa da her türlü topsuz koşu için ideal pasör. Çoğu film sahnesinde bahsi geçen ağır ağabeyin karizmasını anlatmak için ya nişancılığından, ya kesici aletler üzerindeki ustalığından vs. kesitler gösterilir. İşte havaya kuş salınır, saliselik bir refleksle kabadayımız av tüfeğini kuşa doğrultur ve iki saniyeden fazla uçmasına müsaade etmez. Melli’ninki de o hesap. Sırtı dönük pozisyonda ya da potayı koruma gayesini unutan bir rakibe karşı P&P oyununun tepesinde topu teslim et, savunmacından kurtulup potaya atak et, cik cik dedirtmeden ağzına atar pası. Durumun vahimiyeti şöyle izah edeyim, Melli bu pasları atabiliyor ve Obra’nın elindeki Ekpe Udoh Final Four’u 6 asist ortalamayla noktaladı. Yan yana oldukları şekillendirin aklınızda.

Melli’nin skorer kimliği için iyi şutör demekten biraz daha fazlasını yapmak zorundayız. Melli, Pick&Pop oyunlarıyla tepeden şut atabiliyor. Çember altında sırtı dönük oynayan pivotuna kendi adamından yardım gittiği takdirde doğru yere kayıp forvetten şut atabiliyor. Utanmıyor, dipten şut atıp oyunu esnetebiliyor. O dip şutlarını sadece –varsa- 3-4-5 numaradaki şutörlerin kullanması gerektiğine dair katı bir görüşüm var ki içeriğine girerek yormak istemiyorum, Melli bunu doğruluyor. Biter mi? Bitmez. Orta mesafe şutu temiz. Perdeden sonra kendi savunmacısı, oyunu kuran kısanın üzerine çıkmaya hazırlanıyorsa oyunu sıkıştırmadan ve o baskı amacına ulaşmadan hızlı bir şekilde baseline’a paralel devrilip orta mesafe şutu için pozisyon alıyor, yüzdeli de atıyor. Ayakları çabuk, bileği temiz, pas tehdidi var, kafa çalışıyor. Rakip koç o çabukluğa erişip en azından boş şut kullanmasını önlemek için takımı kısalttığında bu sefer alçak-yüksek post oyunları devreye giriyor. Her türlü ters eşleşmeye karşı sırtı dönük oynama becerisine sahip. E yardım gelse yine koymaz, satırlar dolusu pas kabiliyeti anlattık.

İlah gibi anlatmış olduğumun farkındayım ama satırları “bu övgü, bu da övgü, e bu da övgü” yerine verileri gözünüzde canlandırarak okursanız söylenenlerin ideal oluşu hususunda bana hak vereceğinize eminim. Melli’yi savunabilir misiniz? Elbette savunabilirsiniz. Zor, mevcut formuyla çok zor ama imkansız değil. Yine de atlamamak gerek. Melli’yi Zeljko Obradovic’in ellerinde izleyeceğiz. Zeljko Obradovic’in düzeninde, Zeljko Obradovic’in savunmada zaaf yaratmamak adına geçmiş yıllara göre ciddi değişime gittiği oyun düzenine bire bir uyduğu ortamda izleyeceğiz. Ne yalan söyleyeyim, kadro mühendisliğine ya da sezon içi formlarına tahmin edilemez büyük sekteler vurulmazsa inceden inceden Saddam gibi saklanma pozisyonumu alıyorum ben. Melli-Udoh-Vesely abi. Değinmedim ama çok güçlü olmayan bir savıma göre bu hamle Vesely’nin de moralini olmasa da verimini artırabilir. Onun için biraz izlemem lazım yine de.

Fenerbahçe, mutlaka üretebilen ama aptal basketbol oynamayan bir kısa almalı. Yani gerekirse önceliği yine skoru olsun ancak muhakkak hücum repertuarını çeşitlendiren bir adam olsun. Kusursuz bir atıcı eklemesi yapabilirsiniz ama bütün direksiyonu Dixon-Sloukas ikilisinin yönetimine bırakmak kumar olur. NBA’den kimin düşüp kimin düşmeyeceği çok kritik. Yine de, şartlar istenildiği gibi olmazsa geçen sezon Bogdan’sız yaşadığı kısırlığa fazla defekt yaratmadan bir alternatif oluşturdu Fenerbahçe. Bir de 3 yıl Melli’ye sahip olmak var yani. Seneye kadron bozulsa Melli yine sende usta. Gereksiz lüks bu, yırtın sözleşmesini. :/


Kapkara bloguma dayanıp okuyabilenin gözlerine sağlık arkadaşlar. Çeşitli sebeplerden dolayı bilgisayarın başına saat 10’dan sonra oturabildiğim için bu yazılar gece yarısına kalıyor, aranızda gönlümü hoş tutmak için değil de cidden okumak için bekleyeniniz oluyorsa ayıp oluyor, farkındayım. Siz kardeşinizin kusuruna bakmayın. Dilim de pek varmıyor ama Melli hayırlı olsun. Clark eşleşmelerinden bir gün önce aşırı alkolden kadro dışı bırakılırsa sevinirim. Herkese mutlu günler.

4 Temmuz 2017 Salı

Pepe Transferi



Kepler Laveran Lima Ferreira. İsmini yazmak çok hoşuma gidiyor çünkü sadece iki ay öncesine kadar ve geçmiş 10 yıllık süreci kapsayarak bu isim Real Madrid’in esame listelerinde yer alıyordu. Peşinen uyarıyorum, ehliyet kaptıracak düzeyde sentetik tiner çekmeden okunacak her satır sizlere işkence gibi gelecek. Subjektifiz ezelden.

Çok eskilere gitmeye gerek yok. Sadece Fikret Orman döneminin yabancı stoper transferlerine bakalım. Julien Escude, Dany Nounkeu, Pedro Franco, Alexander Milosevic, Luiz Rhodolfo, Marcelo Guedes, Alexis Delgado, Dusko T*sic, Matej M*trovic. Artık domatesin çekirdeğinden midir, yoğurdun mayasından mıdır bilemiyorum yerli stoperin zaten çıkmadığı topraklarda 5 senelik periyot içinde 9 yabancı transferi yapıp yarım Rhodolfo’yla beraber sadece Marcelo’da istikrar yakalayabilmek ciddi başarısızlıktı. Bu transferlerin büyük çoğunluğunun ortak noktası kumar olması. Milosevic bir kumar. Pedro bir kumar. Dany zaten saatli bomba. Alexis desen inanın ismini en son 2009’da falan duymuştum. Mitrovic ise alınan risklerin maliyetiyle beraber bakıldığında en büyüğü oldu. Bu ortamda Beşiktaş yaz sezonuna sadece iyi bir stoper ihtiyacıyla değil, taraflı tarafsız herkesi memnun edecek CV’ye sahip bir stoper ihtiyacıyla girdi. Yani bu kanayan yarayı Fabri gibi “ulan o kadar salladık iyi adam çıktı he” stoperiyle dahi durdurmaya kalkmaya lüksümüz yoktu. Pepe ismi gırtlaktan dudaklara geliş süresi içinde bile insana 10 kere güven aşılıyor.

İşin bir de hoca boyutu var. Benim güzel laz şivelim takımı iki sezon üst üste şampiyon yaparken ak saçlarını biraz daha ağarttıysa yegane sebebi savunma hattıydı. Gökhan-Kjaer-Alves-Caner hattına karşı İsmail’li, Alexis’li, tandemin ‘yıldızı’ olarak Beck’li ve kariyerinin en kötü dönemini geçiren kaleci Tolga’lı bir şampiyonluk çalan hocaya, o imrenilen Fenerbahçe defans dörtlüsünün iki bekiyle birlikte Adriano hediye edildi fakat bu sefer de kocaman bir sol stoper boşluğu havada kaldı. Tosic’in olağanüstü pozisyon hataları, Güney Alt’ta izlediğim Lyon maçında bana Tosic’i sempatik gösteren Mitrovic’in her hareketi bizi bir kanser ettiyse hocayı beş etmiştir eminim. Öyle ki sözleşme yenileme görüşmeleri yapılırken dahi inceden inceden kaliteli stoper transferi şart koşuyordu yönetime. Bebek gibi bir uyku çekeceğine eminim. Canım hocam.

İşin marka boyutu da var. Öyle veya böyle, Beşiktaş kazandığı 2 şampiyonluğu bol bol hataların da yer aldığı kaliteli transferlerle ve epik ayrılma süreçlerini bir şekilde yönetebilmesiyle kazandı. Alman milli takımının santrforu da sende oynadı, Barcelona’nın sol beki de, ezeli rakibinin bekleri de, Bayern-Atletico CV’li ofansif orta saha da, Brezilya’nın yüksek gelişim sürecini tamamlama ihtimaliyle beraber yeni Rivaldo etiketi yapıştırdığı altın çocuğu da. Hatta bir dönem öncesi için Liverpool’un yıllar sonra kazanmaya çok yaklaştığı Premier League şampiyonluğunu elinden alan ve birkaç ay sonra siyah-beyazlı formayla aynı Liverpool’u UEFA Avrupa Ligi’nin dışına iten Demba Ba da. Daha güzeli, bu ekibin içinde takımdan ayrılan kim varsa pişman olması ve bu pişmanlığı yüksek sesle dile getirmesi oldu. Yarın yeni bir bomba etkisi yaratacak transfer için uğraşsanız, oyuncuyla yaptığınız karşılıklı görüşmede öne sürebileceğiniz ve ikna yöntemi olarak kullanabileceğiniz çok önemli referanslar bunlar. İşte o referanslar için kısa vadede en büyük bayrağı taşıyabilecek adamı aldık. Pepe, net bir imaj transferi.

Civcivli cafcaflı güzellemeleri bir kenara bıraktıysak biraz saha içini konuşalım. Şenol Güneş’in ilk sezonunda savunma tandemi asli işlevlerinde yetersiz olduğu kadar oyun kurma işinde de başarısızdı. Buna kaleci Tolga’nın hem ayağının hem pas tercihlerinin kötü oluşunu  da ekleyince rakip sahada akıcı bir etkinlik göstermek için farklı formüller aradık. İşte Allah affetsin topu geriden İsmail’le çıkarıp bizde kalmasını bekledik, Oğuzhan’ı Sosa’yı etkili pres yapan kimi rakiplere karşı çok gerilerde kullandık, en çok da Sosa-Gomez-Olcay-Atiba dörtlüsünün kusursuz uyguladığı hücum preslerle kazandığımız topları seri şekilde organize ederek sonuca gitmeye çalıştık. Sonunda kupayı kaldırmış olsak da bu hücum presleri aşarak orta saha-defans hattı arasında boşluk bulan ya da iyi alan daraltan her rakip karşısında zorlandık. Topun ayakta olduğu oyunda kat be kat üstün olduğumuz Fenerbahçe, Kadıköy’de bize 45 dakika bu topsuz oyun dominasyonuyla gün göstermedi. Keza özetini izlerken dahi ağrı kesici aldığım Akhisar deplasmanı, 70 dakikalık Başakşehir performansı falan bu defektleri görmek için önemli emsal bize.

Geride bıraktığımız sezonda bu problem bir nebze azalacak diye bekledik fakat rakip hocaların basit görünen fakat etkili stratejileri yine patlak vermemize sebebiyet verdi. Ayakları çok daha iyi olan Fabri, Adriano, Gökhan Gönül ve Caner’in katılımı birçok anlamda takımı yukarıya çekse de bu oyuncuların üzerine çekilen preslerle oyunu kurma görevini Tosic’e bıraktığımız her top sonrası atak karşılamak zorunda kalıyorduk. Bu sefer o bahsettiğim hücum presleri okuyan ve tek pas futboluna çok yatkın Gomezler, Sosalar, Olcaylar da kadroda olmadığı için Beşiktaş’ın geriden top çıkarma sorunu birçok maçta yine patlak verdi. Lyon deplasmanında golden sonra yarı sahaya hapsolmamızda, içerde Lacazette’in oyundan alınışıyla beraber temposunu kaybetmiş rakibi ekarte edemememizde, Benfica-Kiev maçlarında yenilen gollerde, Antalya deplasmanında sezonun belki en sıkıcı 90 dakikasını çıkarmış olmamızda bu eksiğin payı büyük. Şimdi buradan Pepe’ye dikey geçiş yaparak konuyu birleştiriyorum. Bizim sevimli antipatik yamyamımız attığı tekmelerle, ısırdığı güllerle falan prime olsa da takımın geriden oyun kurarken yaşadığı problemi çok büyük oranda ortadan kaldıracak bir oyuncu. Kısa ve uzun mesafede sağlıklı top atıyor, yine kısa mesafede gerektiğinde topla güvenli depara kalkıyor ve orta saha-forvet hatlarında sonuca tesir edecek oyunculara aktarım yapıyor. Yani Opta ağabeyimizden rica edelim, yüzdesi bir stoper için yüksektir muhtemelen. Gökhan, Marcelo, Pepe, Adriano usta. Ayaklardan kalite akıyor.

Tamı tamına iki yılım Tosic’in hurraaa diye tabanı alçaltıp kendini yere yatırmasını izleyerek geçti. Alpay’ın “Stoperin ayakta durması gerektiğini İngiltere’de öğrendim” sözü gibi bir demeci de inşallah Pepe’yi izleye izleye T*sic’ten duyarız. Açık alanda, gömülü savunmada, kenar toplarında, duran toplarda, aklınıza gelebilecek her senaryoda hem iyi pozisyon alan, hem hamle gücü yüksek hem de gerçekten mecburiyet olmadıkça ayakta kalan bir stoperden bahsediyoruz. PEPE YAV PEPE. En çok vücudu çapraz halde kaydırıp kaydırıp sol ayağıyla yaptığı tek hamlede kaptığı toplara tapacağız. İşte Quaresma’nın rabonası trivelası, Abou’nun gol sevinci, Tosic’in kademe hatası gibi Pepe’nin de signatürü o hareket.

Kim ya da kimler gidecek, kim ya da kimler gelecek bilmiyoruz. Şu an yapılabilecek maksimum tahmin şablon çizmek olur. Marcelo ya da Adriano giderse savunma hattına çok yakın kalitede bir ekleme gerekir. Orta sahanın kesinlikle korunması gerekir. Quaresma ya da Cenk giderse yerine direkt ikamesi alınması gerekir. Talisca giderse pas oyununu yönetebilecek, dar alanda oynayabilecek bir ofansif orta saha gerekir. Hocanın vereceği tiplemeye uygun bir santrfor transfer edilmesi gerekir. Elde bütçe kalırsa oyun bilgisi yüksek, olabildiğince tabelayı etkileyen bir kanat transferi yapılması gerekir. Özetle kadro koca bir puzzle ise Pepe’yi yerine yerleştirerek puzzle bitmiyor, lakin en zor parçayı en doğru yere  oturtmuş oluyoruz.

Ben dahil olmak üzere tüm futbolseverlerin hasta olduğu muazzam bir olay var: İyi ya da kötü herhangi bir transfere serbest muhasebeci mali müşavir gözüyle yaklaşmak. Pepe’nin yıllığı çok, imza parası fazla, euro arttı, dolar coştu vs. hepsine tamam. Ben bu transfere maddi olarak tek pencereden bakıyorum. Olumlu anlamda hiçbir yararı olmayan Dany, Escude, Mitrovic, Alexis, Tosic, Milosevic ve Pedro transferlerine harcanan “sadece bonservis” ücreti 8.7 milyon euro. Pepe’nin kazanacağı toplam para 8.6 milyon euro. Bir grup tamamen çöpe gitti, diğeri –evlerden ırak- bir sakatlık problemi vs. yaşamazsa performans garantili futbolcu.


Geçenlerde yazmıştım. Sampo Cipen blogu basketboldan, Beşiktaş’tan vs. ibaret tutmak istemiyorum. Basketbol dışına çıkmamı sağlayan ilk olay Pepe transferi oldu. Hafızam beni yanıltmıyorsa ömrümde bu kadar istediğim tek bir transfer dahi hatırlamıyorum. Karaktersiz stoperlere sempatiyle, kaliteli stoperlere beğeniyle, karaktersiz ve kaliteli stoperlere taparcasına yaklaşıyoruz arkadaşlar. Türk futbol tarihinin kişisel fikrimce en iyi stoper transferi hepimize hayırlı olsun. Şerefine en az birkaç saat Tosic’e yakışıksız kelamlarda bulunmayacağım. Keyifle okumuş olmanızı dilerim.

29 Haziran 2017 Perşembe

Weems ve Clark Neden Kalmamalıydı



Ben de isterdim bu yazıya Hacivat-Karagöz neden öldürüldü edasıyla başlık atmamayı ama ufak çapta kan beynime sıçradığı için başlığı aceleye getirişimi mazur görün. Clark'la Weems'in kaldığı haberini aldığımdan beri çiçekler,böcekler,çocuklar,baklavayla ayranın uyumu gibi güzellikleri aklıma getirerek sakinleşmeye çalışıyorum. Evet son yazının aksine bol bol bakır kalaylayacağız bu satırlarda.

Kafamda birkaç soru var. İlki neden sorusu. Ya sevgili kardeşlerim, sayın büyüklerim, yetkili abilerim, ROMALILAR, 800 bin dolar neden Earl Clark'a gömülür? Sekiz yüz bin dolar usta. Yarı fiyatına kapatsan dahi kadronun bekası için skandal bir kararı milyona yakın parayı gömerek aldık ya. Şu kadarını söyleyeyim yeryüzünün en iyi 4 numarası Kenny Gabriel için 'topçu değil' sınıfında söylediğim yakışıksız, etik ve ahlaki değerlerden uzak, şahsım ve basketbol tarihi adına son derece talihsiz açıklamalardan dolayı utanıyorum şu an. Bir daha çık gel Atina’dan yiğidim… Çekirgem…

Thompson’ı göndermekle başlayıp Diebler’a imza attırarak sürdürdüğümüz, başlangıcı bizim adımıza mutluluk verici olan şahane bir transfer dönemi geçireceğimizi sanıyorduk. O güzel çocuklar taptaze guardlar, taş gibi pivotlar, brokoliden daha fazla düşünme yetisine sahip forvetler izleyecekti. Yavaş yavaş büyüyecektik de adım adım Fenerbahçe seviyesine yaklaşacaktık. Bari ihtimali bir hafta sürseydi diyor insan. Sitem etmekten yazının içeriğine geçemiyorum o denli bir doluluk var içimde. Yavaştan başlayalım bari.

Argüman üzerinden topçu,takım,oyun,hoca ya da değerlendirilebilecek herhangi bir unsuru değerlendirmek, aklamak ya da yermek diye bir şey var spor camiasında. Genellikle oyunu gözle izleyip istatistik kağıdıyla anlatanlarda rastlarız buna. Mesela şimdilerde mizahı dönüyor, Önder Özen çok yapar bunu. Basar, alır, fizik gücü yerindedir, pas yüzdesi yüksektir, ORALARIN OYUNCUSUDUR falan filan. Türk izleyicisi de genellikle oyuna kafa yormak yerine çene yormayı sevdiği için balıklama atlar, o televizyonlarda duyduğu kırmızı noktaları ertesi gün kendi fikriymiş gibi kahvelerde anlatır. Nereden biliyorsun sorunuza da mükemmel bir cevabım var. Bizzat ben 10 sene yaptım. Öyle uzak bir geçmişe gitmeye de gerek yok, iki sene önce “Şenol Güneş’in hiç kupası yok kardeşim yea” diyen kripto Bilic’cilerdendim ben. Ne zaman ki beni dürttüler, oğlum senin gözün yok mu dediler, (Cem Yılmaz sesiyle okuyun) aydınlandım ben. Fikirlerim doğrudur yanlıştır, görüşlerim iyidir kötüdür demiyorum ama bir şeyi çok çok iyi biliyorum. İçi boş argümanlara sığınarak yüceltilen bir şey varsa o yanlıştır arkadaşlar.

Bunu biraz daha açmak, sanki ana konumuz bunun üzerineymiş gibi anlatmak istiyorum. Ben size şimdi genel pencereden bakarak işaretlenmiş argümanlarla Dany Nounkeu anlatacağım. Dany süratlidir. Dany atlettir. Dany’nin ilk hamlesi çok güçlüdür. Dany’nin ayağı fena değildir. Dany gerektiğinde hücuma destek verebilecek, bek ya da ön libero gibi farklı pozisyonlarda oynayabilecek, baskıya karşı çalım dahi atabilecek bir oyuncudur. Dany maç başı falanca top kapar, filanca  asist yapar, bilmem kaç tane ipin arasında 4 topu yere değdirmeden sektirir. Bu sayılanlar için çok uç görüşlerde olmadığımız insanlar haricinde “şu dediğin yanlış” diyebilecek kişi sayısı azdır. Çünkü Dany yazdıklarımın aşağı yukarı hepsini yapabilir. Peki Dany iyi bir stoper midir? Vasatlar Whatsapp grubu kursa sen berbatsın kardeş yanlışlıkla almışız der atarlar gruptan. Çünkü Dany bunlarla aklanabilecek bir sporcu değildir. Gözle izlenir, gözle değerlendirilir ve üzerine ‘topçu değil’ etiketi yapıştırılır. Bu, benim biraz olsun takip edebildiğim her takım sporunda böyledir. Ben size bir Holosko anlatırım dersiniz ki biz Thomas Müller’i elimizden kaçırmışız. Her konuda yanıldığımı kabul edebilirim ki bugüne kadar 1000 cümle kurduysam 950’sinde yanılmışımdır. Fakat bu yanılgıların bana öğrettiği ve bende değiştiremeyeceği şey, oynanan oyun üzerine bir şey barındırmayan cümlelerin noter tasdikli kağıtla da gelinse –kendi açımdan- değersiz kalacağı olacak.

Şimdi ben bunları neden anlattım? Birazdan öyle güçlü yükleneceğim ki sabah DM’de otomatik savunma duygusuyla atılmış birsürü mesaj göreceğim. “Kardeşim Clark Antep deplasmanından çıkardı bizi”, “Adam 15 sayı ortalamayla oynadı”, “Takımın en yeteneklisi yav görmüyor musun”, “Çok biliyorsan sen yap kolay mı sanıyorsun” ya da en güzeli “Bütçemiz 30 milyon değil ki kardeşim kimi getireceksin”. Saygım sonsuz ama takımı sahada bu cümleler oynatmıyor. Oynatmasına engel olan en büyük faktörlerden iki tanesiyle de kontrat yeniliyoruz.

Earl Clark. Top hakimiyeti iyi, bileği muazzam, sırtı dönük ya da yüzü dönük her menzilden şut atabilen, uzun boyuna rağmen esnek vücudu ve yeteneğiyle çembere gidebilen bir adam. Daha da ileri gidiyorum, Clark İstanbul’a ilk ayak bastığında onun için hazırladığım yazıda bunları kullanıp övdükçe övmüştüm. Ne var ki kendisi geldi, bir ileri gittikçe takımı iki geri adımlattı ve muazzam bir yarar istatistik-fayda ilişkisi tezi hazırlama sebebi oldu. Earl Clark pas kalitesi yüksek bir oyuncu değil. Pas kalitesi olmadığı gibi pas veren bir oyuncu da değil. Yani sırtı dönük aldığı topu zayıf kanada nişan alan adam zaten milyon kontratın üzerine Fenerbahçe’ye imza atıyor fakat basketbol topunu çok sıkıştığında hand-off’tan guarda vermek dışında herhangi bir pas sirkülasyonunun parçası olabilecek bir oyuncu değil. Bununla birlikte oyun bilgisi çok zayıf ve bu toplu-topsuz her pozisyonda yansıyor. Saniyeler önce dengesiz yerleşmiş savunmaya karşı, hem süre hem eşleşme avantajları boşken zorlama üçlüğe giden, Stimac’ın çekip verdiği topu iki dipte iki nokta şutör boş olmasına rağmen Udoh-Vesely ikilisinin üzerine süren bir adamdan bahsediyoruz. “Her takımda böyle bir serkeş olacak” demeyin arkadaşlar. Bizim o serkeş kontenjanımız DJ Strawberry ile doluyor ve ikisi arasındaki oyun bilgisi farkı Tosic’le Marcelo farkı kadar var.

Fenerbahçe’yle oynuyoruz. Jan Vesely’nin son iki ayda yükselttiği form grafiği sonrası yapamadığı tek şey şut atmak kaldı. Vesely totalde 6 maçta 10 kere yüksek menzilde top alıp şut fake’ine cevap alarak potaya gitti, sayı yaptı. Hepsini de Clark karşısında yaptı. Karşıyaka defalarca Clark’ın tuttuğu şutörün dipten potaya cutlarını kullandı. Clark tamamını seyretti. Blatt’ın set çizmeye üşendiği Daçka maçının son topu dışında başarılı switch savunmasını göstermeniz çok zor çünkü adam değişiminden sonra kimi tutacağını seçemeyip yanlış yardımlara gidiyor. Ne kadar zaafı olursa olsun kafası çalışan bir kısa rahatlıkla Clark’ın üzerine drive edebiliyor. Antic’i, Bennett’ı falan rotasyon dışı sayarsak Fenerbahçe taraftarının bu sezon en büyük hayal kırıklığı olan Sloukas, Akatlar’da şov seyrettirdi şov. Datome 4’e kayıyor, Sloukas-Datome ikilisi P&R oynuyor, Datome sırtı dönük pozisyon alıyor ve pozisyon kesinlikle sayıyla bitiyor. Çünkü Datome’nin arkasına ne yapacağını bilmeyen Thompson, Sloukas’ın karşısında ne yapacağını bilmeyen Clark kalıyor. Sabaha kadar da Clark gömebilirim fakat daha değinmem gereken bir Weems var ve okuyucuya illallah ettirmemek için arabayı 2000 kelimeye vurdurmamam gerekiyor.

Kyle Weems. Öncelikle içimden geleni söyleyeyim, kendisini bireysel olarak çok seviyorum. Kimilerinin böyle şeytan tüyü vardır hani. Weems’te öyle bir şey de yok ama manasız şekilde çok seviyorum. Artık son saniye şutlarından mıdır, mola aldırmalı fast-break sayılarından sonra yaptığı antin kuntin hareketlerden midir bilmem ama hayatı güzel olsun isteyeceğim adamlardan bir tanesi. Sezonun 4-5 ayında da takımdan gönderilme haberlerine kesinlikle karşı çıktım fakat yeni sezon planlamasında olmaması gereken, en önemli silahını da son 2 ayda kaybetmiş bir oyuncu kendisi. Weems’i şu takım için lüzumlu yapan nedir? Oyunu esnetecek atıcılarına yönlendirme görevinin tamamını yüklemek zorunda kalan takımda sağ-sol diplerde ya da forvetle soteye yatacak, karşısındaki el güneşini bir saniye açtığında kaldırıp şutu atacak tek oyuncu olmasıdır. Yani enerjisi, zone-press’leri laf olsun diye yapmaması falan da övülecek şeyler fakat çatıdan caddeye baktığımızda Weems’in bu sezon üstlendiği vasıf buydu. Şimdi hem bu görevi Avrupa’da en iyi yapan 2-3 oyuncudan biri olan Diebler’ı aldın, hem doğru guard transferiyle Roll’un yükünü paylaştırırsan Roll’u da zaman zaman bu şekilde kullanabileceksin hem de Weems o şut yüzdesini kaybetti. Şut atamadıkça hiç yapamadığı penetreleri, son derece kötü attığı dribbling üzeri bounce pasları falan tercih etmeye başladı. Eh, bir takımda belirlenen işlevi görmesi için bir kişilik yer varsa, elinizdeki oyuncu o işlevi yerine getiremiyor ya da çok daha iyisi transfer ediliyorsa o isim artık gereksiz kalıyor.

Diyeceksiniz ki Weems 3 numara değil, 3.5 numara. Doğru, uzun forvet olarak da kullanabiliriz fakat Weems’in 4 numara sürelerini ciddileştirdiğimiz zaman Vesely de Melli de kariyer maçlarını bize karşı oynar. Switch savunmasında Clark’tan daha çok iş gördüğü su götürmez bir gerçek fakat bu adamın boyu 1.98, fiziği de Kyle Hines fiziği değil. Sırtı dönük oynayabilen herhangi bir oyuncuyu tutması imkansız. Hücumda kestiği ceza şutları ve dipten topsuz cutları dışında bir silahı olmadığı için rakibi kendisine yetişebiliyorsa kuru sıkı. E bu işleri Broekhoff kadar istikrarlı ve yeteneğine paralel şekilde oyunu bilerek yapamadığı için de vasat. Üstüne üstlük FIBA sana Şampiyonlar Ligi’nde de 7.yabancıyı kullanmana izin vermiyor. Otomatikmen Kyle Weems şube tarihinin en gereksiz sözleşme uzatma teklifine evet demiş oluyor. Üstüne üstlük ne 4 numara pozisyonun seviye atlıyor ne de 7.yabancıyı kullanabileceğin bir platform olsa bile arkaya bir 4.5 numara eklemediğin için pivotundan Dr. Ahtapot performansı dilenmeye devam ediyorsun. Aklıma dahi getirmek istemediğim senaryoyu (Roll gidiyor, Weems 6.yabancı oluyor) mümkün mertebe dillendirmek de istemiyorum.

Bana göre sezon sonu bilançosunu artı terazisinde tutma adına çok büyük soru işaretleri taşıyan bu iki devam kararının bünyede oluştuğu etkiyle DJ’in kalma ihtimalinin çok çok yükselmesi üzerine kelam edemedim. Ona şimdilik güzel iş deyip geçeyim, guard-pivot hamleleriyle beraber dökülecek genel değerlendirmede daha derine inerim. İnsanları sigaraya başlatacak bir yazı yazmayı ben de istemezdim fakat çok kötü kararlar verildiğini düşünüyorum. Vakit ayıran herkese teşekkürler. Okuyanın gözlerine sağlık.


23 Haziran 2017 Cuma

Jon Diebler - Beşiktaş Ortaklığı




Ben Antalya'dayken ailem ev taşıdı. Bilmediğim ve pek arkadaşımın olmadığı, aktivite olanağı kısıtlı bir yere geldik. Eh, bir de oruç var tabi. Sabaha kadar otur öğleye kadar yat, iftardan önce gelmeli 2-3 saat dolaş, gece yine yapacak bir şey yok. Her hafta bir Diebler alsak da vakit öldürmeye bahanemiz olsa bari. Başlıyoruz tinerloverlar.

Son yazımızda -ki bu aynı zamanda blog için hazırlanmış ilk yazı oluyor- güzelce sezon değerlendirmiş, küp kafalı dört numaramızı yakışıksız ifadelerle anmış, oyun kurucumuz ile salatalık turşusu arasında basketbol sahasında işlevsel bir fark olmadığını anlatmış ve anlamıştık. Hem gönül hem de parmaklar alıştığı için fütursuzca sallamaya devam etmek istiyorum ama bu sefer yazımız en dar açıdan bile yeni transfer övmeli geçecek zira Jon Diebler ülke topraklarına ayak bastığından beri namusumdur. Yani adama küfreder gibi handlersız beşlerde pick&roll oynatıyorsunuz ondan sonra Diebler kötü. Değil kardeşim taş gibi topçu Diebler taş. Hadi derine inelim.

Bu yıl yaşadığımız en büyük problemlerden biri kilit oyuncuların istikrarıydı. Yani DJ’in satışa geçtiği maçlar da oldu çıkıp aldığı maçlar da. Roll’un ortamı sirk rakibi maymun yaptığı maçlar da oldu dayak yediği maçlar da. Clark’a, motorsuz vosvosa falan hiç değinmek istemiyorum. 2 gün arayla Efes potasına önce 65, sonra 91 sayı bıraktık ki yediğimiz sayı bandı arasında bir sayı fark vardı. İçerde Gaziantep’e karşı 60’ı zor geçtiğimiz maç da oldu kötü oynayıp 77 attığımız maç da. Guard katkısı yokken oyun sürekli ve sürekli olarak iki forvetine yıkıldığı için onlardan hem yaratıcı, hem dengeleyici, hem bitirici hem de istikrarlı olmalarını bekledik. Bu beklentiye girdiğimiz iki oyuncu da topu domine eden isimlerdi ve ikisinin aynı anda kötü oynadığı bir maçta Sampo Cipen’in skorunu yukarı çekme olanağı yoktu. Oturup Diebler’ın şut yüzdelerini yazmama gerek yok. Sana istikrar garantisi verecek bir atıcıya sahip oldun şimdi.

İkincisi, kadro içindeki kritik ve elzem rolü. Catch and shoot dedikleri olayı kadroda çok iyi yapan iki adam vardı. Birisi Weems, diğeri Roll. Weems sene sonuna doğru iki pozisyon arasında sıkışıp her türlü eşleşmede dayağı yedikçe şut istikrarını kaybetti. Roll’a da söylediğim gibi sürekli yaratıcı rolü vermek zorunda kaldık. E Clark’ın eline de topu verdin mi dön kendi potana, sittin sene dönmeyecek o top. Otomatikmen top dolaşımı yavaşladı ve final serisinde çılgın attığımız maçlarda dahi rakibin savunma konsantrasyonunun yüksek olduğu ilk yarılarda hücum akmadı. Obradovic baktı, oğlum siz DJ’i koşturmayın Kenan’dan da Stimac’a yardım götürün yeter dedi, Kenan hayatının en iyi şut performansı gösterdi vs. öyle götürdük genelde ilk yarıları. Şimdi işler farklı. Diebler, eline topu minimum düzeyde değdirip maksimum düzeyde şut atabilecek bir oyuncu. Hareketli ve takip etmesi zor olduğu kadar rakip koçun isteği dışında eşleşmeleri değiştirebilecek bir oyuncu. Bütün seneyi “Roll’a yardım götürelim, DJ’e Thompson’a çıkarsa da yiyeceğimiz bir iki şut bize zarar vermez, totalde oyunlarını bozarız” diyerek geçiren rakiplere karşı zayıf kanatta SURPRISE MADAFAKA diyecek bir oyuncu.  Ters tarafta oyunu kuran forvete ya da guarda yardım götürürseniz ve o pası bir şekilde savunmanın merkezine indirirse yapacak çok bir şeyiniz kalmayacak zira topu hareketli alan uzun ya kolaylıkla skor/faul çıkaracak ya da Diebler’dan yardım götürmek gibi kabul edilemez bir günaha gireceksiniz. Sonuç olarak oyun esneyecek, Sampo Cipen oynayacak.

Diyelim ki Roll ve Strawberry kaldı ya da ayrılmaları halinde benzer tip ve kalitede iki oyuncu geldi. Üzerine bir de all-around guard getirdin, kısa rotasyonunu da Diebler’la tamamladın. Geçen sene senin kısmen tehditkâr kısalarına karşı 15 metrelik saha genişliğini 8 metreye indiren rakiplerin Diebler sol dipten sağ dibe koştukça öyle güzel açılacak ki çiçeğin ortasında Strawberry ile at koşturacaksın. Topu yere vururken kafası yukarda olabilen bir guardla, hele bir de zayıf tarafa isabet ettirecek şekilde ortalama bir pas menzili varsa, Diebler da o maça atarak başladıysa 4 numaran bayram edecek. Günümüz basketbolunun savunması en pis olaylarından biri atıcı 4’tür ustalar. Spacing’i iyi bir takımda bileği dönen bir dört numara çılgın atar çılgın. İşte Diebler size o spacing’i sağlamak için önemli topçu.

Farz edelim Roll ile DJ’den birisi gitti, açılan yabancı kontenjanı o veya bu tiplemede bir uzun için kullanıldı ve giden kısanın direkt ikamesi Diebler oldu. O zaman bir yavru Bjelica bulamaman halinde (ki basında çıkan isimler Gabriel falan) takımı anahtar teslim yapabileceğin bir guarda ihtiyacın olacak. Herhangi bir takımın Arroyo’su, Karşıyaka’nın Dixon’ı, Banvit’in Th*odore’u  ya da basketbol oynayan bir takıma gelmiş Bobby Brown tiplemesinde top benim diyen, pozisyon yaratma kabiliyeti çok yüksek bir oyun kurucu seçmek zorundasın. Zira Diebler’a “Kardeşim iki dakika da olsa topu yere vur, senin potaya bakmandan endişelenip yardım getirirler sen de en azından paralel pasları verirsin” demek intihar. Bir iki pozisyon yapar, belki kaldırıp şut sokar ama uzun vadede patlarsın. 2014 Dünya Kupası ve Eurobasket 2015’te Ergin Ataman sırasıyla Cenk ve Melih’ten bunu bekledi. Yine Ergin Ataman bu sezon zaman zaman Diebler’ı bu şekilde kullanmaya çalıştı. Buna antitez olarak tamamen kendi oynadığı ve galibiyeti aldığı Beşiktaş maçının son topu gibi topları gösterebiliriz. Sonra önümüze başta Diebler olmak üzere bütün forvetlerin üzerine zone-press yapıp maçı çift haneden kafa kafaya getirişimizi koyarlar, cevap veremeyiz. Diebler gibi bir yabancıya büyük rol biçtiğimiz vakit takımdaki handler sayısını ve güvenilirlik oranını üst seviyede tutmak zorundayız.

Diebler transferinin bir başka güzelliği de, her şey mükemmel gider ve kısa rotasyonunun kalan parçalarını ideal şekilde kurarsak tamamlayıcı uzun seçme rahatlığımız olacak. Stimac gibi bütün zaaflarına rağmen üretemeyen takıma çözüm olsun diye kadronun diğer parçalarına uymayacak bir uzuna çökmek yerine ribaund çekecek, ikili oyun savunacak, ayakları çabuk ve dayak atacak pivotlar için soteye yatabileceğiz. Zira –altını çiziyorum- doğru guard ve elde tutulması muhtemel Roll-DJ ikilisiyle birlikte Diebler’ın varlığı hücumda seni çok rahatlatacağı için arkaya alacağın bir kaleciyle sigaranı yakacak, iyi koçluk eşliğinde Gabriel gibi balonları dahi topçu sanacağın bir düzene kavuşacaksın. Yeri gelmişken belirteyim rica ediyorum Kenny Gabriel’a Kevin Love muamelesi yapmayın. Sağda solda görüyorum canım acıyor.

Bakın yapmayacağım dedim ama yazdıkça da keyfim yerine geldi. YÜZDELER ÜZERİNDEN ahkam keseceğim şimdi. % 53.8 ile üçlük atmış bu adam Euroleague’de bu yıl. Yüzde elli üç nokta sekiz. Hele ki tek bir somut düzenini işletemeyen Galatasaray kadrosunda. Neyse istatistik konuşmak dört satırda bunalttı beni. Aneliz kasalım aneliz.

Bu transferde benim en ümitli olduğum olay Chris L*fton’ı falan üst düzey topçu zanneden taraftar kitlemizin ideal şutörle tanışması olacak. Hücum başı 15 saniye top eriterek kendi skorunu artırıp takımın tavanını aşağı çeken şeklabamlardan fiziksel olarak ve ön alan savunmasında klasik skorer zafiyetini sana hissettirmeyecek adam gibi adamlara geçiş gözlerimi yaşartıyor. Evet Jon Diebler kesinlikle kötü savunmacı değil. Yani sal Maykıl’a hacamat etsin savunmacısı değil ama sana zaaf yaratacak bir adam da değil. Undersized olmadığı için akciğer yakan switch savunmalarında da sahada kalabilir. Tabi bu savunma işlerinden ultra verim istiyorsanız akıllı-yaratıcı dört numara alır guarda akarı kokarı olmayan bir kelepçe koyarsınız. Uzunlar açısından öyle bir lokmayı yiyecek bütçe ve pazar olmadığına göre Jeter tipi guard kovalayıp son top savunmasını Kenan’lı, DJ’li, Diebler’lı bir kısa üçlüsüne emanet edebilirsiniz.


Ben bu yazıyı okumam diyenlerin yanlışlıkla gözüne çarparsa diye toparlıyorum. Diebler net kere net iyi transfer. Bütün sezon 220 perdeden çıkıp şut kovalayan, üzerine Türk parasıyla 5 liralık set çizilmeyen adama tekrar bu sporu sevdirmek Ufuk hocanın elinde. Benim için çok sürpriz olan bu imzadan sonra takımda kalacakları ve yeni transferleri merakla bekliyorum. Son söz olarak şunu da söyleyeyim. Diebler gibi oyuncular senin kaliteli oyun turnusolündür, zira böyle oyuncular kötü oynamaz. Sen ona istediği düzeni sağlayıp oynatır ya da vasat bir coaching ile süründürürsün. Okuyanın gözlerine sağlık.

21 Haziran 2017 Çarşamba

Sampo Cipen Sezonu Bitti



Sitede yazmanın alışkanlığıyla giriş paragrafını full wikipedia içeriği doldurma hastalığımı yaşayacaktım istemsiz şekilde. Açın artık şu siteyi kardeşim. Velhasıl, Sampo Cipen konuşacağız Sarıca konuşacağız Thompson'a sallayacağız falan bir nebze samimi olacak yani bu yazı öncekilere göre. Tasarım Fed'e ait bu arada yarın bir gün dedikodusunu yaparsa hırsız diye çullanmayın kendi verdi. Ben küçük bir oynama yaptım sadece.

Eveet, yavaştan başlayalım. Aşağı yukarı 8-8.5 ay süren sezonu bitirdik, torpillerimizi patlatıp muradımıza erdik. Elbette geleceğe dair konuşacağımız yazılar da olacak ama ısınma turu için BSL finaliyle biten bir yılı -öncesiyle beraber- konuşmaktan daha güzel fırsat olamazdı.

Akatlar'da "Sonuç ne olursa olsun Play-Off'tayız" anonsu yapıp 15 dakika sonra ligi 9. bitirdiğimiz, takımın ön alan savunması zayıf diye Culpepper falan getirdiğimiz, Chinemelu Elonu'yla Lasme'ye karşı 10 dakikada 4 faul alıyorum tipi programların açık izleyicisi olduğumuz ve önceki iki yılını Ahmet Kandemir'in, Euroleague sezonunu da Erman Kunter'in fevkalade vasat basketbollarıyla tamamladığımız kanserden beter 4 yıl geçirdik. Daha fenası, 6 ayda 4 kupa kazanmış şubenin yükselen rakiplerini diyagonal pası sürekli taca atarak izlemesi oldu. Ataman gidiyor Eurocup alıyor, Zoc Euroleague'i ipinde sallıyor, KSK onları geçip şampiyonluk çalıyor, Efes birleşmem diyor, Banvit desen her yıl başına bela. Benim şu süreç içinde yaşadığım en büyük heyecan Broekhoff'u Euroleague'de izlemek falan oldu düşünün. Ölüm gibi bir şeydi ve ben 8-10 kere öldüm bu dönemde.

Beşiktaş basketbolunun bir kültürü, yönetim biçimi yok sanılır. Son derece yanlış. Beşiktaş basketbolunun karakteristik özelliği vardır ve nettir. Sen gider bir koç getirirsin, takım otobüsünün kalkış saatine kadar sen ayarla hocam dersin, kulübün en üst aklı devamlı bütçe kısalım diye fısıldar ve genelde de ismi sürekli değişen o zat-ı muhteremin dediği olur. Şöyle bir ortamda zırhını kuşanıp her şeyle başa çıkabilecek bir adama denk gelirsen 3 tane kupa alırsın. Bulamazsan Arroyo'dan kazandığın 400 bin ve ödemeyeceğin 500 binden yuvarlayarak 1 milyon dolar kâr ettim der şampiyonluğu Galatasaray'a satarsın. Böyle bir ortamda Bartzokas hayali kurmak falan şahane ama Barcelona ismi altında dahi rezilleri oynayan bu yüksek profiller senin çöplüğünün kokusunu aldığı an 1500 kilometre uzağa gider. Bu yüzden, her ne kadar yarışmacı kimliğe bürünmemiz için en doğru isim olarak görmesem de Ufuk Sarıca hamlesi beni heyecanlandırdı.

Ufuk Sarıca'yı Ufuk Sarıca yapan, milli takımın başına getirecek kadar güçlü bir isim haline getiren kuşkusuz Karşıyaka dönemi. O dönem oynattığı heyecanlı ve rekabetçi basketbolu, kazandığı kupaları takdir etmeyen şovmendir beyler. Yine de elinden kayıp giden kemik kadrosuyla beraber Barça galibiyeti haricinde ufak çaplı bir faciaya dönüşen 15-16 sezonunu, Obradovic'li Fenerbahçe'nin geldiği noktayı falan düşünürsek mevcut rekabet ortamında bizi ülkenin tartışmasız ve uzun soluklu olarak bir numarası yapacak isim değil. Ufuk Sarıca da ana misyon bu yönde belirlendiği için getirilmedi zaten. Ufuk Sarıca camianın kaybettiği basketbol heyecanını tekrar kazandırmak, olacaksa tepeye tırmanmalı bir geçiş döneminin başlangıcını yapabilecek taraftarla barışık figür olmak, salonu dolduran taraftarın taş çatlasa % 10’unun sahip olduğu basketbol kültürünü biraz olsun aşılamak ya da özetleyecek olursak Oktay Mahmuti’nin Galatasaray’a kazandırdıklarını Beşiktaş camiasına nakletmek için geldi. Yapar mıydı? Yapardı. Yani senin bu şartlarda Fenerbahçe’yi 20’ye yatıracağın düzeni kuramayacak fakat kaybettiğin derbiden sonra bile alkışlanmanı sağlayacaktı. Hoca da bu parolayla yola çıktı, yalnız dört bir yanından çatlak veren bir kadroyla çıktı.

Elimizde defalarca özür dilememe sebebiyet verecek, savunma zaaflarını tam anlamıyla örtmese de takımın akıl, skor ve karakter yükünün büyük kısmını üstlenen bir Stimac, futbol tayfanın deyimiyle “şeklabam” bir Clark, komşunun zeki ama play-off'larda çalışan oğlu DJ, her yönüyle takımın en dengeli-güvenilir eli Roll, enerji versin ve şut atsın diye 18 dakika verdiğimiz Weems ve kendini oyun kurucu olarak tanıtan kımıl zararlısı bir Th*mpson var. Normal şartlar altında böyle bir yabancı grubunun ulaşacağı maksimum noktayı lig 4.lüğü, geleceği maksimum dereceyi de yarı final olarak nitelendirirdim (ki bu yüzden benim için çok ama çok ekstra bir sezon oldu). Zira elinde doğru karar verme oranı ölçülse % 80-90’ları bulacak tek kısan var ve o da fiziksel olarak yıprandığı eşleşmelerine karşı siniyor. Delici desen, sezonun 5 ayını pas geçen DJ Strawberry’nin iyi gününde olmasını dilemekten başka çaren yok. Oyun kurucun zaten senin sabır testin. Arkadaşın yapabildiği tek şey statik şut atmak ve alıp iki numara olarak da kullanamıyorsun çünkü boyu 1.80 bile yok. Hücumu yönetmeyi geçiyorum, 3 top üst üste bire bir baskıya karşı topu rakip alana getirebildiğini hatırladığım maç yok. Kısa boyu ve ince kabul edilir fiziğine rağmen eşleşmelerde ayaklarını geri çekemiyor, eline basketbol topu alana öğretilen stratejik hamlelerin tek bir tanesini bilmiyor (Datome eşleşmesi-taktik faul vb.), üstüne üstlük maç başı 8 Deron Williams şutu kullanmadan kenara gelmiyor. E benchten getirebileceğin adamlar Kenan’la Şafak. Şu tayfanın en zekisi Erkan Veyseloğlu fakat onun da yetenek haznesi kısıtlı, tek başına maç almasını bekleyemiyorsun.

Böyle bir kısa rotasyonuyla senin Fenerbahçe’ye karşı yarışmacı olabilmen için çember altında Draymond Green-Anthony Davis falan yapman gerekir. Stimac’ın geldiği gün ihtiyaç duyduğumuz profil olmadığını söylemiştim. O güne geri dönsek yine derim fakat beklentimin 6.5-7 katına çıktığı için af diliyorum kendisinden. Fakat Stimac gibi bir oyuncunun yarattığı o atletizm zafiyetini kapatmak için yanına ribaund çeken, ikili oyun savunmayı bilen, mümkünse ufak çaplı dayak atan, en azından % 35 dolaylarında şut atan bir oyuncu bulmamız ya da şapkadan tavşan çıkartmamız gerekiyordu. Biz o rotasyonu Clark’la doldurduk. Öğrenmeye açık bir oyuncu olsa yapabileceklerinin sınırı yok fakat oyunu 1v5 oynamaktan, toplu-topsuz her savunmada yapılabilecek tüm hataları yapmaktan, Udoh-Vesely gömülüyken yardım tarafına pas vermek yerine üstlerine gitmeye çalışmaktan öğrenmeye vakit bulamadı pek. Böyle oyunculara ‘faydalı oldu’ diyebilmeniz için kusursuz düzeyde skor üretmesi gerekir. Eğer bunu yapmıyorsa ve kısalarınız biraz günündeyse Clark’sız Efes’i 30’a 40’a yatırabiliyorsunuz işte. Bu sebeple sevemediğim ve sevemeyeceğim, elalemin Schilb çıkarttığı Fransa topraklarından oyun kurucu diye getirdiğimiz vitaminsiz portakaldan sonra kadronun iki numaralı faciası benim için Clark.

Bu kadronun yapabileceklerini çözmek kolay olmadı. Mesela bu kadar sallamama rağmen ilk aylarda tepeye Roll’u, forvete Thompson’ı dizerek sokacağı şutlarla kendisini takıma ısındırır ve alabileceğimizi alırız sandım. Clark her maçı Uşak Sportif maçı gibi oynayacak sandım. DJ’i destursuz savunmak mümkün değil diye Roll’un üzerindeki fiziksel baskı hafifler sandım. Kyle Weems tek önemli aktör olduğu zone-press ve oyunu esnetecek dış şut dallarında bütün sezon verim verecek sandım. Maksimize ettiğimiz beklentimizi her şartta karşılayan tek adam Stimac olduğu gibi, DJ hariç yabancılarımız her geçen gün geriye gitti. Belki burada bir parantez Roll için açılabilir, en azından yarı sahayı geçerken dribblingini kesmeyen bir guardla oynadığında standardını daha yüksek tutabilir.

Peki, biz bu yıl ne yaptık da yerel play-off görememiş Karşıyaka’ya FIBA CL’de tur hediye ederken ligde final oynayabildik? Neden İpekçi deplasmanında taksimetre gibi fark yaparken Akatlar’da 2 dakikada 14 sayıdan maç verdik? Bunun benim için basit ama anlatması uzun açıklamaları var. İnce bir cümleyle toparlamak gerekirse Ufuk Sarıca’nın maç hazırlığında başarılı, maç içi yönetiminde yetersiz olduğunu düşünüyorum. Misal, Fenerbahçe serisinde rakibe size ile cevap verip sindirerek oyunu temposuz kaosa sürükleme fikrinin başarılı, üçüncü maçın son 15 dakikasını Vesely’nin 6 metrede aldığı topa yardım götürerek şutörlere atış imkanı verme kararının başarısız olduğunu düşünüyorum. Biri maç önü strateji olarak belirlendi, diğeri maç içinde verilen karardı ve rakip kötü yüzdeyle şut atmamasına rağmen aynı şekilde verdiğimiz iki pozisyonda attıkları üçlükler galibiyeti hediye etti. Keza son maçta oyunu Roll-DJ ikilisine teslim edip Erkan Veyseloğlu’na daha büyük rol biçmek ne kadar değerliyse kaydettiği 5 sayıya rağmen bana göre maçın faciası olan Weems’i karar toplarında sahada tutmak o denli yanlıştı. Daha da derine iniyorum, Kenan Sipahi’den öyle bir hücum katkısı almak ne kadar kıymetliyse yanlış beşlerle switch yaparak ve yanlış eşleşmelere yardım götürerek Stimac-Sertaç ikilisini faul problemine sokmak o denli yanlıştı. Kuşbakışı seyredince artılar eksileri götürüyor gibi gözükebilir fakat küçük dokunuşlar bize final serisinde 2 maç kazandırabilirdi.

FIBA CL ve Türkiye Kupası üzerine pek konuşmak istemiyorum. KSK serisi ve hücumda hiçbir plana bağlı kalamadığımız Banvit maçı direkt skandal yazar, bu kadarını söyleyip geçeyim. Ligi baz aldığımızda TinerJK’mızın normal sezon ikinciliği ve play-off finali ciddi anlamda başarıdır. Bu başarıda da ‘tek’ pay, hataları olduğunu ve oyuncu bütçesiyle açıklanamayacak önemli noktalarda gelişmesi gerektiğini düşünsem de Ufuk Sarıca’ya ait. Sebebi 4. paragrafta mevcut. Heyecanını kaybetmiş, üvey evlat muamelesi gören bir şubeyi sezonun en iyi iki takımından biri haline getirmek kolay değil. Hele ki 8 ay önce Final Four hedefleyen bir Daçka ile Efes, net şekilde keyif veren Banvit ve son Eurocup şampiyonu Galatasaray varken. Dediğim gibi, argüman üzerinden konuşursak hangi argümanı dizersek dizelim Ufuk Sarıca böyle bir sezondan sonra takdir edilir. Peki, yerel düzeyde daha fazlası gelir mi? Çok ama çok zor.

Beşiktaş’ın gelecek sezon için öncelikli hedefi kupa kazanmak olmalı. Ne kadar başarılı olursanız olur tarih şampiyonları yazmaya devam edecek ve buna paralel şekilde hedef belleyeceğimiz iki kupa var: FIBA Şampiyonlar Ligi ve Türkiye Kupası. Lig için ise daha soyut ama kupa kazanmalı satırlardan çok daha önemli bir parola belirlemek zorundayız, bu da gerilememek olmalı. Gelecek sezon Daçka her şeyinden kısmış, Galatasaray hem bütçe hem vizyon küçültmüş, Karşıyaka yine yağında kavrulma mücadelesi vermiş olacak. Kısa vadede Tofaş’ın da zorlayıcı olmayacağını düşündüğümden, final yolunda önümüze iki engel çıkar. Biri Anadolu Efes, diğeri şimdilik tüm yabancılarını kaybetmiş Banvit. Bu takımlara karşı da yine normal sezonu sürpriz mağlubiyete yer vermeden geçip saha avantajını alma ve en az bir tanesini Fenerbahçe’yle kırdırma şansına sahip olabiliriz.

Gelecek yıl bahsi geçen hedefler için tek rakibimiz kendimiz olacağız. Belirleyeceğimiz bütçe, kuracağımız kadro, oynayacağımız oyun belirleyici olacak. Kadroda kafasını kaldıran herkes kontrat alacaktır. Stimac’ın ve –var diye biliyorum- Euroleague çıkışına sahip Roll’un ayrılması olası. Bu ikiliyi tutmak değerli lakin özellikle Stimac’ın kalması düşüncesi pek realist değil. Arta kalan 4 yabancımız içinde yalnızca DJ’in kalması, takımda tutabilmek için mücadele verilmesi taraftarıyım. Thompson ve Clark için görüşlerimi zaten yazmıştım. Weems de rolüne göre son derece yetersiz. Bütçe belli olduktan sonra takıma dahil olabilecek makul hedefler ve ilk transferlere göre diğer hamlelerde yakalamamız gereken oyuncu tiplemeleri üzerine konuşabiliriz. Örneğin, dizlerini sağlıklı şekilde bükebiliyor ve 100 metreyi sakatlanmadan koşabiliyorsa Pooh Jeter’ı isterim. Yalnızca basit bir örnek.


Futbol şampiyonluğunun, basketbol sezonunun keyfini çıkarın. Gezin, eğlenin, ailenizle vakit geçirin, birkaç litre tiner için, yazı geçirebileceğiniz en keyifli şekilde geçirin. Başarılıyken dahi kanser edebilen tek camianın fertleri olarak 3 aylık dinlenme süreci hakkınız, hakkımız. Keyif alanınız olursa ara ara buraları doldururum ben de. Allah çene vermiş konuşuyoruz kardeşim, gevezelik bizim hakkımız. Vakit ayıran herkese teşekkür ederim.

Yabancı Sınırı Tartışmaları

Psikopatolojide ‘yansıtma’ tabiri, paranoyla beraber anılan bir savunma mekanizması olarak yer buluyor kendine. Çoğu insanın sergiled...